“Kötülüklerin çoğu hiçbir zaman iyilik ve kötülük hakkında düşünmemiş insanların işidir”
Bir insanın doğru yoldan ayrılıp yanlışa sapmasında, akıl almaz kötülükler veya suiistimaller yapmasında kişinin “iyi” veya “kötü” olmasından öte başka dinamikler de bulunmakta mıdır? Bir çok psikolog, sosyolog veya filozofun insana ve onların eylemlerine dair sorduğu en can alıcı sorulardan birinin cevabı hala tam olarak verilmiş değil.
Bu doğrultuda 2. Dünya Savaşı sonrasının en önemli siyaset bilimci ve filozoflarından biri olan Hannah Arendt’in ortaya attığı “kötülüğün sıradanlığı” kavramı kötülüğün kişinin içten gelen kötülüğünden değil yanlışı doğuran sistemlere boyun eğmesinin ve bu sistemlerin içinde sıradan bir şekilde direnmeden yer almasının neden olduğunu anlatır.
Kavram 2.Dünya Savaşında Nazi zulmünün en kilit isimlerinden biri olan Adolf Eichmann’ın Arjantin’den Mossad ajanları tarafından kaçırılıp İsrail’de yargılanması ile ilk defa ortaya çıkar. Davayı izlemek için İsrail’e gelen Amerikalı Hannah Arendt Eichmann’ın canavar imajının aslında pek de öyle olmadığını fark eder.
Dava hakkındaki görüşlerini “Eichmann Kudüs’te: Kötülüğün Sıradanlığı Üzerine Bir Rapor” (Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil) adı altında 1963’te yayınlayan Arendt kitabının kapanış cümlesinde: “Eichmann duruşmanın son dakikaları, sanki insan nefretinin bize öğrettiği akla ve mantığa sığmayan kötülüğün sıradanlığı üzerine verdiği dersi özetler gibiydi” demektedir.
Genel görüşle göre Naziler toplumda azınlık olan psikopat veya sosyopatlarından oluşan bir organizasyondu. Şiddete eğilimli, nefret dolu ve saf kötü olan bu tipler hastalıklı bir ideal uğruna bir araya gelmiş ve insanlığa karşı tüm suçları bu şekilde işlemişlerdi. Zaten her koşulda şiddete ve suça saplanacaklardı ve Nazizm onlara bu fırsatları sunmuştu. Davayı izleyen Arendt ise bu konuda oldukça farklı düşünüyordu.
Hannah Arendt’e göre Eichmann o ana kadar çizilen psikopat veya sosyopat nazi tiplemesinden çok farklı idi. Nazi partisinde ilerlemeden önce sıradan bir Alman olan Eichmann belki de milyonlarca Almandan farklı biri değildi. Eichmann’ı sıradan biri olarak tanımlayan Arendt’e göre aslında bu sıradanlık daha da korkutucudur. Eichmann gibi sıradan bir insan bazı koşullarda bu kadar kötülük çamuruna batabiliyorsa, benzer koşullarda her sıradan insan da aynı derecede kötüleşebilecek demektir. Eichmann ve birçok Nazi yaptıklarını her sıradan insanınki gibi işini iyi yapma, işini kaybetmeme, daha fazla para kazanma ve mesleğinde ilerleme gibi temel ve basit sebeplere dayandırmaktaydılar. Milyonlarca insanı bu yüzden ölüme göndermişlerdir. İster zorunlu ister gönüllü olarak işine böyle bir bağlılık, kişiyi iyi ve kötü, doğru ve yanlış arasındaki farkı göremez hale getirebilmektedir. Kötülüğün sıradanlığı da böyle ortaya çıkmaktadır: sıradan insanlar herkesin hayatına yön veren temel ve basit hedefler doğrultusunda yola çıkıp, değişen koşullarda işlerini doğru yapmak adına soykırım gibi bir eyleme bile başvurabiliyorlardı.
Hannah Arendt’e göre Eichmann ve Nazi Almanya’sında türlü canavarca eylemlere karışmış birçok sıradan vatandaşın en büyük ortak özelliği “sadece ne yaptıklarının hiç farkına varmamış olmaları idi”. Bu tiplerin belki de insanlık tarihinin en büyük canavarları haline gelmesine neden olan düşüncesizlikleri veya fikirsizliklerinden başka bir şey değildi. Hayatın sıradanlığı içerisinde saf kötülük bile eğer üzerinde düşünülmezse bazen insanlar tarafından fark edilemiyor olabilirdi. Arendt bu konu hakkında tam olarak şunu söylemektedir: “‘Hiçbir şey yaptıklarımızı düşünmekten daha önemli değildir.”
Eichmann’ın kullandığı dil de oldukça ilgi çekiciydi. Arendt’in deyimi ile “her zaman aynı şeyleri aynı biçimde ifade ediyordu” Nazi Almanya’sında öldürmek, gaz odaları, imha, öldürmek kelimeleri hiçbir zaman kullanılmazdı. Hatta bu kelimeler tabu olarak görülmekteydi. Hiçbir resmi belgede, hiçbir konuşmada bu tür kötü kelimelerden bahsedilmiyordu. Bu tür işler için belirlenen ve kullanılan kelimeler “nihai çözüm”, “tahliye”, “özel muamele” gibi daha masum kelimelerdi. Arendt bu durumu şöyle açıklıyordu: “Bu dil sisteminin asıl etkisi, söz konusu insanları yaptıklarından bihaber tutması değil; insanların yaptıklarını, cinayet ve yalanlarla ilgili eski, ‘normal’ bilgileriyle aynı kefeye koymalarını önlemesiydi .
İş dünyası da da benzer şekilde sadece işini yapma, patronların emirlerini dinleme ve sadece daha para kazanabilmek için yolsuzluk yoluna sapanların hikayeleri ile dolu değil midir? Enron’u düşünelim? Enron 67 milyar dolar zararla batarken, şirketin denetim ve danışmanlık işlerini yürüten Arthur Andersen de bu yolsuzluk hikayesinin bir parçası olmuştu. Bu kadar büyük şirketlerin yolsuz ve dolandırıcılığa meyilli kişiler tarafından batırılmış olduğuna inanmak oldukça güçtür. Binlerce çalışan aslında sadece işini yaptığını düşünürken saptıkları etik dışı uygulamaların büyüklüğünü fark etmemişti bile. Hatta birçok Birçok çalışan yapılan yasal olmayan ve etik dışı faaliyetleri fark etmiş fakat bunu ifşa etmemiş ve sessiz kalmışlardı.
İnsanlık tarihinde birçok kez rastladığımız bu “sadece işimi yapıyordum”, “emirleri yerine getiriyordum” gibi savunma mekanizmaları ile ortaya çıkan durumu bilişsel çelişki teorisi ile açıklayabiliyoruz. Bilişsel Çelişki teorisi, davranışlarımızın ve düşüncelerimizin tutumlarımızın uyumlu olması gerekliliğinden yola çıkar. Davranış ve düşüncelerimiz ile çelişkiye düştüğümüzde gerekçelendirmeyle (justification) çelişkiyi ortadan kaldırır ve iç uyumu sağlarız. Bu sayede yolsuzluk yaparken de kırmızı ışıkta geçerken de hatta soykırımın bir parçası olduğunda bile insanlık yaptıklarına bir mazeret üretebilir.
Kendisini sadece büyük bir mekanizmanın ufak bir dişlisi olarak görüp yapılan tüm kötülüklerden kendisini muaf tutabilir. Eichmann gibi üst düzey görevde yer alsa da sıradan biri olabilir. Bu tür kişiler kendilerini de yaşayacakları tutarsızlık karşısında savunabiliyor ve kendilerini suçlamaktan kurtulamamaktadır.
Bilişsel Çelişki ve rasyonalizasyon ile vicdanlarımızı rahatlatıp, yaşanan tüm kötülükler karşısında kör olmasını sağlayabiliriz. Mesela bir kamu görevlisine rüşvet verip, yaşanan bir çevre katliamının üstünün örtülmesini sağlayan bir şirket çalışanı benzer şekilde oldukça sıradan bir inan olabilir. İlla sosyopat bir dolandırıcı olmasına gerek yoktur. Sadece kendi ve şirketinin menfaatlerini birleştirip her şeyin üstünde görmektedir. Bu açıdan yaptığı yolsuz işleri de sıradanlaştırabilmektedir. Aslında bu kişinin de en büyük sorunu demin de belirttiğimiz gibi sadece ne yaptıklarının hiç farkına varmamış olmaları veya olmak istememeleri idi. Rasyonalizasyon ile en önemli sorun bizim vicdanlarımızı sakinleştirip, uykuya yatırmasında gizlidir.
Görüldüğü üzere insanlığın etik dışı yollara sapması, yolsuzluk yapması hatta soykırımda rol alması için illa çok kötü bir insan olmasına sadece kötülük düşünüp bundan zevk alan bir sosyopat olmasına gerek olmamakta. Sıradan bir insanın ama yaptıklarının sonuçlarını düşünmeden işini yürüten sıradan bir insanın da saf kötülüğün, saf etik dışılığın veya saf kanunsuzluğun yoluna girmesi her zaman mümkün. Burada en önemli konu yaptıklarımız üzerinde düşünmek ve vicdanımızı hiçbir zaman geride tutmamak.
Kaynak:
Eichmann Kudüs’te: Kötülüğün Sıradanlığı Üzerine Bir Rapor: Hannah Arendt
Hannah Arendt’in Eichmann Davası üzerine Düşünceleri: H. Haluk Erdem
Yolsuzluğun Sıradanlığı: InMagazine, Ali Cem Gülmen
Makalelerdeki görüş ve yorumlar yazar veya yazarlara ait olup , Etik ve İtibar Derneği’nin konu ile ilgili düşüncelerini yansıtmamaktadır.
Etik ve Uyum Programı Nasıl Hazırlanır?
Kurumsal Etik ve Uyum Programı Geliştirme Gereğinin Ardındaki İtici Güçler
Sorumlu İş Modelinin Şirkete Yararları
Sorumlu İş Modeli
G20 Brezilya bitti sıra Güney Afrika’da
İş Etiği ve Uyum Politikalarının Ticari Hayattaki Yeri ve Önemi
Sağlam Temeller Üstüne! Etik ve Uyumun Suistimalle Mücadeledeki Önemi
Gençlerden Geleceğe: Sürdürülebilirlik ve Etik Zirvesi Manifestoları