Enflasyon, insanlık tarihi kadar eski bir olgu. Tarih kitapları, enflasyonun toplumdaki düzeni bozucu etkilerini çoğu zaman çarpıcı örneklerle açıklar. Örneğin, Mısır piramitlerinde çalışan işçi ve kölelerin bira fiyatlarındaki artış nedeniyle isyan etmeleri, enflasyonun toplumsal etkilerine dair bilinen ilk örneklerden biridir.
Benim gibi 80’lerde dünyaya gelip çocukluğu 90’larda yaşayanlar hatırlayacaklardır. Neredeyse tüm akşam haberleri; Van Gölü Canavarı, Trafik Canavarı ve Enflasyon Canavarını tartışmakla geçiyordu. Birincisi epey bir süre gündemimizi meşgul ettikten sonra yavaş yavaş zihinlerimizdeki yerini terk etti. İkincisi hala canımızı yakmaya devam etse de araç teknolojilerinin gelişmesi ve yolların görece daha güvenli hale gelmesiyle birlikte azalma trendi izliyor. Sonuncusu ve bu yazının ana konusunu oluşturan enflasyon canavarı ise 2000’lerin ilk yıllarında bizler için bir sorun teşkil etmeyecek derece ehlileştirilmişti, ta ki 2017 yılında çift haneli sayılara çıkıp eski gücüne tekrar kavuşacağına dair sinyaller yollayana dek.
Enflasyon ve etik arasındaki ilişki hakkında subjektif bakış açımı yansıtan bu çalışma kapsamında kullanmak üzere sadece bu satırların yazarı için bağlayıcı olacak bir kavramsal çerçevenin oluşturulmasının aynı dili konuşmak açısından elzem olduğu kanaatindeyim. İktisat yazınında enflasyon, halk tarafından çokça kullanıldığı gibi fiyatların artması şeklinde değil fiyatlar genel düzeyinin sürekli ve topyekûn artış göstermesi olarak tanımlanır. Yine iktisat literatüründe enflasyona neden olan faktörler baz alınarak enflasyon türleri; maliyet itişli enflasyon, talep çekişli enflasyon ve beklentilerce belirlenen enflasyon olarak sınıflandırılmaktadır.
Etik için ise; kendisi için istediği iyiyi başkaları için de istemek veya tersinden kendisi için arzulamadığı kötüyü başkaları için de arzulamamak şeklinde bir tanım yaparsam bu çalışma kapsamında derdimin anlaşılacağını umuyorum. Şirket içi gerçekleştirdiğim etik ve uyum eğitimlerinde ise daha kolay anlaşılması ve akılda kalması bakımından etik ve teknik kelimelerini karşı karşıya getirip teknik kavramını “işi doğru yapmak” etik kavramını ise “doğru işi yapmak” olarak nitelendiriyorum.
İktisat alanında çok geniş bir yer tutan, sokaktaki vatandaşın hayatını bu denli etkileyip de nedenlerinin analizi hala bir takım Ortodoks ezberlerden öteye geçememiş bir kavramın etikle olan ilgisi sorunun kökeninden, tespit edilip ölçülmesinden başlıyor aslında. Bir çeyrek asır öncesine gidersek o dönemde ülkemizde tuzlu bir Avrupa Birliğine tam üyelik meltemi estiğini hepimiz anımsayacağız. O sıralar tek derdimiz kokoreç yasaklanacak mı yasaklanmayacak mı değildi aslında. Bir de Maastricht Kriterleri denilen AB’nin tam üyelik için ekonomi alanında ulaşılmasını şart koştuğu birtakım hedefler de vardı yakalamamız gereken. Bu kriterlerden enflasyona ilişkin olanında ise “Her üyenin yıllık ortalama enflasyon oranı, fiyat artışını en düşük üç üye devletin yıllık enflasyon oranı ortalamasını en fazla 1.5 puan geçebilecektir.” denilmekteydi. Bu doğrultuda bizim de yıllık yaklaşık olarak %5,5-6,5 civarında bir enflasyona ihtiyacımız vardı. Bu oranı yakalayabilmek için bizim ilk hamlelerimizden biri önce enflasyon hesaplamasında kullanılan baz yılı 1994’ten 2003 olarak güncellemek, ardından da enflasyon hesaplama yönteminin bizzat kendisini değiştirmek oldu. Tam bu yıllarda Amerika Birleşik Devletleri ekonomik krizin etkilerinden kurtulmak için peş peşe parasal genişleme paketleri açıklıyor tabiri caizse dünyanın dört bir yanına ucuz dolar saçıyordu. Enflasyonu her zaman ve her yerde parasal bir olgu olarak tanımlayan monetarist iktisatçıların bu amentüsünün tam aksine, ülkemizde parasal bollaşmaya rağmen enflasyon artmadığı gibi düşme seyrinden de geri durmuyordu. Bazı iktisatçılar ve gazeteciler burada garabet bir durum yaşandığını, enflasyon ölçmede kullanılan sepetlerin halkın gerçek ihtiyaç sepetini yansıtmadığını, soba borusu, pinpon topu gibi ürünlerle doldurulan sepetin enflasyonu ölçmede başarılı olamayacağını ve söz konusu ölçümlerin manipülatif olduğunu dile getirmeye başlamışlardı. TÜİK’in istatistiksel ölçümler konusundaki başarısı (!) o günlerde yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştı. Eğer amaç AB’ye tam üyelik, hedefimiz ise Maastricht kriterlerini karşılamaksa enflasyonu düşürmek için her yol mübah anlayışını benimsemek “işi doğru yapmak” olarak görünebilir! Ancak halkın cebindeki parayı ve sofrasındaki ekmeği doğrudan doğruya etkileyen böylesi kritik bir veriyi -biraz kaba tabirle- kurcalamak doğru işi yapmak mıdır? İşte bize kelimenin tam anlamıyla bir etik açmaz.
- Cumhurbaşkanımız rahmetli Süleyman Demirel 1991 yılında yaptığı bir konuşmada enflasyon hakkında: “Türkiye’nin birinci sorunudur enflasyon. Hakikaten bugün halkın birinci sorunu geçim sıkıntısıdır. Esas enflasyon devletleri yıkan bir olaydır. Milletleri içinden bozan bir olaydır. Enflasyon sadece pahalılık olayı da değildir. Ahlakı bozar, borcu olan borcunu ödemez, alacağı olan alacağını alamaz. Hırsızlıktan, soygundan, fuhuşa kadar hemen hemen bütün yolları açar. Toplumun içini bozan bir olaydır. Onun için batılılar, enflasyona bir numaralı halk düşmanı derler. Tek kollu canavar derler. Batı, enflasyondan fevkalade çekinir” diyerek 30 yıl öncesinden bugünün adeta bir projeksiyonunu çiziyor. Bir ekonomik fenomen olarak enflasyonun ne kadar büyük bir etik sorun olduğunu çok da güzel anlatmış aslında. Peki etik nasıl oluyor da enflasyonun bir sebebi oluyor? Hemen açıklayalım. Başta enflasyonun üç temel nedeni olduğuna değinmiştik. Bunlardan birincisi olan talep çekişli enflasyondan bahsedebilmemiz için ekonomide satın alma gücüyle desteklenmiş bir talep fazlası ve bu talebi karşılamada yetersiz kalan bir arz açığı olması gerekir. Ülkemiz özelinde baktığımız zaman evet talep var diyebiliriz ancak bu talep tıpkı bu satırlarının yazarının Boğaz’a nazır bir yalı talebi olması gibi satın alma gücüyle desteklenmiş bir talep değildir. Dolayısıyla nasıl ki benim yalı talebim yalı fiyatları üzerinde yukarı yönlü bir etki doğurmuyorsa, hane halklarının tüketim mallarına olan talebi de satın alma gücüyle desteklenmediği gibi bu talebi karşılayacak üretim düzeyi de ülkemizde pekâlâ mevcut. Dolayısıyla talebin lokomotif rolü üstlendiği bir enflasyondan söz etmek çok doğru olmayacaktır.
Maliyet itişli enflasyon muhakkak ki enflasyonun bir nedeni olarak ele alınmalıdır ancak buraya bir şerh düşmek koşuluyla. Enerji fiyatlarındaki dalgalanmalar, döviz kuru şokları, hammadde tedariğindeki problematik lojistik süreçler bu maliyetin en yüksek kalemlerini oluştururken nedense mevzu dönüp dolaşıp ücretlerdeki artışın enflasyona neden olacağı hezeyanına takılıp kalmakta. Üretim maliyetleri içinde yaklaşık %30 civarında bir paya sahip olan ücretlerin içsel yani kontrol edilebilen, diğer maliyet kalemlerinin de dışsal yani kontrol edilemeyen değişken olarak ele alınması pek tabii ki değerli işverenlerin işine gelirken, bu bakış açısı başlı başına kocaman bir etik açmaza daha kapı aralamaktadır.
Diğer bir sebep olarak ise beklentilerin enflasyon üzerindeki etkisinden bahsetmiştik. Beklentiler ekonomide sabit değil adaptif olarak ele alınır ve zaman içinde diğer değişkenlere bakarak uyarlanabilir. Eğer ekonomik ajanlar karar alıcıların sinyallerinden enflasyonun artacağı sonucunu çıkarırlarsa ileri dönük fiyatlama davranışlarını bu yönde uyarlamaya başlarlar. Bu durum ekonominin çoğunluğuna hâkim olursa eğer fiyatlar genel düzeyinde bir artışa, diğer adıyla enflasyona neden olacaktır. İktisatta kendi kendini doğrulayan kehanet olarak ele alınan bu fenomen piyasa yapıcıları, ekonomi üzerinde karar ve söz sahibi olanları her bir eylem ve beyanlarında şeffaf, tutarlı ve tarafsız olmaya zorlamaktadır. Peki ya karar alıcıların gizli birer ajandaları varsa? Nur topu gibi bir etik açmazımız daha mı oldu yoksa? Diğer taraftan fiyat belirleme gücüne sahip olan ekonomik aktörler özellikle de tekel gücüne veya tekel gücüne yakın bir güce sahiplerse ve bu güçlerini aşırı kâr elde etme yönünde kullanırlarsa? Bu da etik bir sorun teşkil etmez mi? Bu güce sahip olmayanların ise ürün gramajlarıyla, ürün içerikleriyle, ürün kaliteleriyle oynayarak aşırı kâr elde etme peşinde koşmaları tüketici refahı ve halk sağlığı açısından devasa bir etik problem değil midir?
Enflasyondan kaynaklanan tüm bu etik sorunların çözümü için neler gerekir sorusuna ise üzülerek yanıt veremeyeceğimi belirtmek isterim. Eski ama eskimeyen dostumuz enflasyonla etik arasındaki ilişkiyi naçizane çözümlememeye çalıştım. Çünkü sorunu çözümlemenin toplumun bir ferdi olarak az da olsa üstüme vazife olduğunu düşünüyorum, çözmenin değil? Peki sizce bu etik bir sorun mudur?
Yazı: Atilla Tombuloğlu – Koluman Holding İç Denetim, Kurumsal Risk ve Uyum Direktörü
Not: Makalelerdeki görüş ve yorumlar yazar veya yazarlara ait olup ,
Etik ve İtibar Derneği’nin konu ile ilgili düşüncelerini yansıtmamaktadır.