Telefonda sevgili Bahar Karacar, bana Etik ve İtibar Derneğini tanıtıyor. Etik, uyum ve itibar konularında yazıların yayımlandığı dergilerini anlatıyor, “Babanı bize sen yazar mısın?” diye soruyor. Yazarım, sevgili Bahar. Ben zaten 1979’dan beri yazıp duruyorum hep. Cinayeti, çeşit çeşit örgütlenmeleri, benzer cinayetleri, kukla katillerimizi, dava dosyalarımızın içeremediklerini, adaletsizlik sürdükçe itibarsızlaştırmanın, yabancılaştırmanın, kanıksatmanın bütün katmanlara nasıl ince ince sızdırıldığını yazıyorum. Abdi İpekçi suikastını anlatıyorum. Ailenin sorumluluğunu yerine getirmek için ne istenirse yapmaya gayret ediyorum.
Ama bana “baban” dediklerinde duruyorum. O mahrem alana, o muazzam alana, anlatmakla bitemeyecek, dilimdeki kelimelerin yetmeyeceği alana bir anda ulu orta giremiyorum. Ne desem yetersiz kalır gibi geliyor. Böbürlenmek gibi geliyor, mahcubiyet duyuyorum. Ama sen sevgili Bahar, o çok özel iki kelime ile etik ve itibar ile öyle bir yerden geldin ki birdenbire sana Abdi İpekçi’yi, benim babamı gürül gürül anlatma coşkusuna kapıldım. Üstelik suikastın öncesi ve sonrasında olduğu gibi şu anda da hız kesmeden devam eden hakikat dışı kurgularla vahşice, alçakça itibar suikastına uğratılan babamın neredeyse yarım asır sonra sizin zaviyenizden görünüp bilinmesi, derneğinizden böyle bir talep gelmesi iç âlemimde mükemmel bir denge sağladı. Müteşekkirim. Şimdi dağılmadan, uzatmadan, hakikilikten hiç uzaklaşmadan nasıl toparlamalı? Tek çare, doğruca kendisine müracaat etmek gibi görünüyor; onun kendi sesine, kendi kalemine…
Akal Atilla’nın 2 Mayıs 1975 tarihli Milliyet Sanat Dergisi’nde kendisiyle yaptığı röportaja verdiği bazı cevapların, 49 yıl sonra kızının imdadına kelime kelime yetişebileceğini nereden bilebilirdi?
“Haber gazetenin namusudur. Eğilimlerimiz, inançlarımız ne olursa olsun olayları gerçeğe tamamen uygun bir biçimde yansıtmalıyız. İsteyen istediğini makalesinde, yazısında, yorumunda, fıkrasında, karikatüründe söyleyebilmeli, çizebilmeli. Ama kişisel görüşler, eğilimler, isteklerle haberler asla karıştırılmamalı. Ve olaylar tek yanlı yansıtılmamalı.”
İşte bir anda, tek bir paragrafta namus, iş etiği ve vicdani sorumluluk kelimelerinin içi, onun kendi dilinden, aracısız bir şekilde doldu bile. Röportajın sonraki satırlarında, en belirgin özelliklerinden birini ne kadar net anlatıyor:
“İnandığım düşünce özgürlüğünü gazetede gerçekleştirmeye gayret ediyorum. Sınırını, olanakların izin verdiği oranda geniş tutmaya çalıştığım bu özgürlüğü, her görüş sahibine tanımaya önem veriyorum. Çünkü düşünce özgürlüğü gibi inandığım bir ilke de çoğulcu demokrasidir.”
Tanıdığım, bildiğim, hayranlık duyduğum, hiç üzülmesin, dertlenmesin istediğim babamın o çok belli etmese de benim defalarca içim titreyerek gözlediğim bir başka yönü, aynı röportajda kendi ağzından şu samimi satırlarla dökülüyor: “Beni en fazla üzen, en fazla yoran, insani ilişkilerden doğan sorunlar oluyor… Gazetenin içinde çelişen, çatışan istekleri, görüşleri bağdaştırmaya, uzlaştırmaya uğraşıyorum. Kimse birbirine kırılmasın, herkes bir arada ahenkle çalışabilsin istiyorum. Bunu sağlayamadığım zaman çok üzülüyorum.”
Yakın dostu Hıfzı Topuz 8.2.1979’da Milliyet’te şöyle diyor: “Kişisel hiçbir düşmanı olabilir miydi onun? Hiç kimseyi kırmamak, gücendirmemek için ne ölçüde ince ve duygulu davrandığını tüm dostları çok yakından bilirler. Basın ahlak yasasının tüm ilkelerine uyan, mesleğinde ve özel yaşamında, kişisel ilişkilerinde bu ahlak kurallarından bir karış uzaklaşmayan, tüm dünya basınında mesleğin en dürüst, en tarafsız, en ölçülü, en objektif, en dengeli, en başarılı, en onurlu kişilerinin başında yer alırdı.” Hıfzı Topuz sonra şöyle devam ediyor: “Dünyanın en ünlü liderleriyle yaptığı tüm konuşmalarda Abdi İpekçi hep gerilimleri azaltacak, ulusları toplumları birbirlerine yaklaştıracak yolları izledi. Yaptığı girişimleri çoğu zaman yazılarında yansıtmadı bile… Çalışmalarıyla, başarılarıyla övünmekten çekinirdi.”
Babamın ilişkiler konusunda düşündüklerini, hissettiklerini kendi dilinden, kendi kalbinden kelimelerle aktarabilmek için yine ona başvurayım. Henüz çiçeği burnunda genç bir gazeteci, genç bir yeni evli olan Abdi İpekçi, Milliyet’ten Mektup köşesinde şöyle yazıyor:
“Her geri kalmış ülkenin kıymetli elemanları kendilerine daha bol imkân sağlayan, daha müreffeh bir hayat vaat eden ileri memleketlere göç edecek olursa geri ülkelerin her sahada muhtaç oldukları kalkınmayı kim temin edecek? Bu davranışı haklı görmek milli ve ahlaki olduğu kadar beşerî bakımdan da zararlı olmaz mı? Ben meseleyi bir aile rabıtasına benzetiyorum. Tanıştığı güzel bir kadın uğruna kırk yıllık karısını, çocuklarını feda edip terk eden, yuvasını yıkan bir adamı haklı görebilir misiniz? Şayet görürseniz o cemiyetten hayır gelir mi? Vatana borç, yedek subaylık vazifesi ile ne başlar ne de biter. Borcumuz hayatımızla kaimdir. Doğduğumuz gün başlar, öleceğimiz güne kadar devam eder.” Yine o ilk gazetecilik yıllarında, 20.4.1959 tarihli bir yazısında da şöyle diyor: “Milliyet mensuplarından diğer gazetelerin sık sık yaptıkları cazip tekliflere ret cevabı verenler bunu bilirler: Aile para ile satın alınamaz, para ile değiştirilemez.” Bu satırları yazdığı 1959 yılından, canının alındığı 1979 yılına kadar tam da böyle bir hayat sürdüren babam, ününün çok daha fazla arttığı yıllarda çok cazip iş teklifleriyle karşılaşsa da hiçbirine yüz vermemişti. Aile demişken bir babadan hiçbir tür şiddet, ihanet görmeden sükûnet ve huzur içindeki bir evde yaşamak ne önemliymiş! İnsan yetmiş yıla yakın bir süre yaşayıp da yakın ve uzak çevresinde gördüklerinden sonra bunun kıymetini çok daha iyi anlayabiliyor. En sevdiği renk sorulduğunda pembe diyen, ay ışığına ve gün batımına, denizdeki yakamozlara bakmayı seven, annemize her doğum gününde ve evlilik yıl dönümünde çok güzel çiçekleri, çok güzel ve anlamlı sözler yazdığı minik kartvizitlerle gönderen bir babaydı o. Bir evde bu tür inceliklere, böyle alışılmış ihtişamlara şahit olunduğunda o evdeki çocuklar da kendilerine en güzel hediyeler sunulmuş gibi mutlu olurlar ve bu mutluluğu ömür boyu içlerinde taşırlar. İşte kurşunlarla kalbi parçalanmadan 12 gün önce, evlilik yıl dönümlerinde anneme gönderdiği çiçeğe iliştirdiği sözler: “Çiçek güzel ama ömürsüz. Evliliğimiz hem güzel hem de ömürlü… Ne güzel.” Bu birliği, bu evliliği en net şekilde dile getiren bir kişi de söz ustası Refik Erduran. Yeni çıkan bir kitabını annemle babama imzalayıp hediye ederken, “tanıdığım en evli çifte devamlı saadet temennileriyle” diye yazmış…
Yazı: Nükhet İzet
Kaynak: INmagazine 35. Sayı
Diğer Sayıları İçin: INmagazine
Not: Makalelerdeki Görüş Ve Yorumlar Yazar Veya Yazarlara Ait Olup , Etik Ve İtibar Derneği’nin Konu Ile Ilgili Düşüncelerini Yansıtmamaktadır.