Bürokrasinin Gölgesinde Etik Karar Almak

Bürokrasinin Gölgesinde Etik Karar Almak

Zygmunt Bauman, çağdaş sosyolojinin en etkili düşünürlerinden biri olarak, modern toplumların birey ile etik arasındaki ilişkiyi nasıl dönüştürdüğünü sorgular. “Modernite ve Holocaust” adlı çığır açıcı eserinde Bauman, Nazi Almanyası’nın gerçekleştirdiği soykırımın yalnızca bireysel nefret ya da patolojik bir kötülükle değil, modern bürokratik düzenin işleyiş biçimiyle de açıklanabileceğini öne sürer. Ona göre, modern bürokrasinin teknik-rasyonel mantığı, bireylerin etik sorumluluğunu görünmez hâle getirir; emir-komuta zinciri içinde hareket eden bireyler, kendi eylemlerinin sonuçlarıyla arasına mesafe koyar.

Bu bağlamda Bauman’ın analizleri, bireyin karar süreçlerinden uzaklaştıkça, bu kararların doğurduğu sonuçlara karşı kendini daha az sorumlu hissetmesine odaklanır. Bizim “etik mesafe” olarak adlandırabileceğimiz bu durum, etik karar vermenin yalnızca bireyin sistem içindeki konumuyla değil, aynı zamanda sürece ne ölçüde dâhil olduğu ve eylemlerini ne derece sorguladığıyla da doğrudan ilişkili olduğunu gösterir.

Bauman’a göre modern sistemlerde birey, kendisini yalnızca bir zincirin halkası olarak konumlandırır. “Ben sadece görevimi yaptım” ya da “talimatları uyguladım” gibi ifadeler, etik karar almayı askıya almanın gerekçesi hâline gelir. Bu yaklaşım, Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” (banality of evil) kavramıyla da doğrudan örtüşmektedir. Arendt’e göre, bireylerin görev bilinciyle hareket etmesi ve otoriteye sorgusuz bağlılığı, onları ahlaki yargılama kapasitesinden uzaklaştırabilir. Arendt’in “Eichmann in Jerusalem” adlı eserinde vurguladığı gibi, kötülüğün sıradanlığı; eylemlerini düşünmeyen, sadece kurallara uymaya çalışan sıradan insanların, farkında olmadan büyük felaketlere neden olabileceğini gösterir. Arendt bu konuda şunu açıkça belirtir: “Hiçbir şey, yaptıklarımızı düşünmekten daha önemli değildir.” Bürokrasinin işleyiş biçimiyle doğrudan bağlantılı olan bu etik uzaklık, günümüz iş dünyasında da kurumların yapılanmaları içinde bireyin kararlarının sonuçlarıyla yüzleşmesini engelleyebilecek bir risk alanı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Zygmunt Bauman, “Modernite ve Holocaust”da bürokrasinin etkinliğini sağlayan temel özelliklerden birinin, eylemleri etik değerlerden koparmak olduğunu vurgular. Bu kopuş iki ana unsurdan oluşur: ilki, görevlerin titizlikle bölündüğü işbölümüdür; ikincisi ise etik sorumluluğun yerine teknik sorumluluğun geçirilmesidir. Bu yapı, bireyin yaptığı işle ortaya çıkan sonuç arasında mesafe yaratır. Karar alma ve uygulama süreci farklı kademelere dağıtıldığından, zincirin son halkasındaki kişi, eylemin sosyal, çevresel veya ekonomik etkisini kavrayamayabilir. Çoğu zaman karar alıcılar da uygulamanın doğasını doğrudan bilmeden hüküm verirler.

Bauman’a göre bu durum, modernliğin başarısı olarak görülen koordinasyon ve hareket kabiliyetinin ardında yatan “akıl ve ustalığın” bir sonucudur. Ancak bu ustalık, etik bir farkındalık değil, aksine, etik sorumluluğun bireyler arasında parçalanarak görünmez hâle gelmesini sağlar. Böyle bir yapıda birey, teknik doğruluğa veya daha fazla kazanmaya odaklanır; “doğru şeyi yapmak” değil, “görevi doğru yapmak” esas hâline gelir. Bu durum da etik sorumluluğun sistematik olarak silikleştirilmesine neden olur.

Modern bürokratik işbölümü, birey ile eylemin sonuçları arasındaki mesafeyi hem fiziksel hem de zihinsel olarak büyütür. Hiyerarşi içinde yer alan çoğu görevli, verdiği emirlerin sonuçlarını doğrudan görmez; bu sonuçlar onun için yalnızca grafikler, tablolar ya da rakamlarla temsil edilen soyut verilerdir. Bu soyutlama, etik karar vermeyi devre dışı bırakır ve görev sahipleri kararlarının etkisini etik açıdan sorgulamaz hâle gelir. İşbölümünün özelleştiği yapılarda her görev küçük ve teknik bir parçaya dönüşür; bu da failleri eylemin nihai anlamından koparır. Birey, yaptığı işin sonuçlarını ne düşünmek ne de bilmek zorundadır; çünkü sistemin işleyişi bunu gerektirmez. Örneğin, kimyasal silah üreten fabrikada çalışan işçiler, ürünlerinin yol açtığı yıkımla doğrudan ilişkilendirilmez; sorumluluk kurumsal yapıya dağılmıştır ve görünmez hâle gelmiştir. Bu şekilde bireyler, etik kararların öznesi değil, sistemin işlemesini sağlayan teknik parçalar olarak kalırlar.

Teorik olarak, bir birey kendisine verilen emrin etik sınırlarını sorgulayabilir. Ancak iş bölümünün derinleştiği yapılarda bu tür sorgulamalar büyük ölçüde ortadan kalkar ya da etkisizleşir. Bu sistemde görevler, sonuçlarıyla bağ koparacak şekilde yapılandırılmıştır. Birey yalnızca görevin kendi içindeki başarı ölçütlerine (verimlilik, uygunluk, maliyet) odaklanır. Eylem artık “etik olarak doğru mu?” sorusuna değil, “en verimli şekilde yapıldı mı?” sorusuna tabi tutulur. Bu da bürokratik sistemde etik refleksin silinmesine, eylemin yalnızca akılcı ve teknik kriterlerle değerlendirilmesine yol açar. Üstelik bu durum, bireyin kişisel değerleriyle çatışsa bile, bürokratik yapının içindeki görevini titizlikle yerine getirmesine engel olmaz. Zira bürokrasi, bireylerin mesleki becerilerini ve içsel ustalık güdüsünü kendi teknik rasyonelleri doğrultusunda kullanabilme kapasitesine sahiptir. Ustalıkla yapılan bir işin etik boyutu göz ardı edilebilir; önemli olan işin “doğru yapılması”dır, “doğru işin yapılması” değil. Böylece birey, işini iyi yapmaya odaklanırken katkıda bulunduğu sistemin nihai sonuçlarından duygusal ve düşünsel olarak kopar. Bu kopuş, iş etiğinin teknik yeterlilikle yer değiştirmesine ve bireysel etik sorumluluğun silikleşmesine neden olur.

Kurumsal dünyada bu etik sorumluluk boşluğunun etkilerini yakın geçmişte yaşanan iki olayda açıkça görmek mümkündür. Birkaç yıl önce, büyük bir otomotiv şirketinde ortaya çıkan yazılım manipülasyonu vakası, etik sorumluluğun nasıl sistematik olarak göz ardı edilebildiğini çarpıcı biçimde gösterdi. Şirketin mühendisleri, egzoz gazı emisyon testlerini manipüle eden bir yazılım geliştirerek araçların yasal sınırlar içinde görünmesini sağladı. Çalışanların büyük kısmı, bu uygulamanın yasalara aykırı olduğunu bilmesine rağmen, “yukarıdan gelen talimat”, “rekabet baskısı” ya da “testi geçmek zorundaydık” gibi gerekçelerle müdahale etmedi. Bu durum, teknik yeterliliğin önceliklendirildiği ama etik sorgulamanın devre dışı bırakıldığı bir örgütsel kültürün sonucuydu. Eylem zincirine dâhil olan herkesin katkısı küçük görünse de, sonuç ciddi çevresel ve toplumsal zararlara yol açtı.

Yakın geçmişte, küresel ölçekte faaliyet gösteren büyük bir havacılık üreticisinin yeni modelinde yaşanan iki ölümcül kazanın ardından yürütülen soruşturma, sorumluluğun nasıl parçalara ayrıldığını ortaya koydu. Şirket içinde bazı mühendisler ve teknik uzmanlar, yeni kontrol sisteminin risk barındırdığına dair uyarılarda bulunmuştu. Ancak projeye verilen yüksek yatırım, rekabet baskısı ve teslim tarihlerini karşılama zorunluluğu gibi etkenler nedeniyle bu uyarılar yeterince dikkate alınmadı. Yönetim kademeleri, alınan kararlarda teknik verimlilik ve zamanlama hedeflerini öne çıkarırken, potansiyel güvenlik riskleri arka plana itildi. Karar alma süreçlerinin dağıtılmış yapısı, hiçbir bireyin etik sorumluluğu tam olarak üstlenmemesine neden oldu.

Yukarıda özetlenen tarihsel ve güncel yapılar, etik sorumluluğun ancak sistematik bir farkındalıkla canlı tutulabileceğini gösteriyor. Bu nedenle bazı temel ilkelerin kurumsal hayatta benimsenmesi kritik önem taşır:

      • Araçların amacın önüne geçmesini engelleyecek etik denetim mekanizmaları geliştirilmeli: Bauman’ın vurguladığı üzere bürokratik sistemin doğasında bulunan “araçlara odaklanma” ve “amaçtan kopma” eğilimi, kararların etik sınavlardan geçmeden uygulanmasına zemin hazırlar. Bu nedenle her kademedeki bürokratik işlemin yalnızca teknik başarıyla değil, etik açıdan da değerlendirilmesini sağlayacak denetim mekanizmaları kurulmalıdır. Bu sistemler yalnızca prosedürel değil, değer temelli olmalıdır.
      • Bireysel sorumluluğu kurumsal kültürün temeline yerleştirmek: “Ben sadece görevimi yaptım” mantığı, bireysel etik sorumluluğu ortadan kaldırır. Bürokrasi içinde yer alan her bireyin, verdiği kararların veya uyguladığı emirlerin doğuracağı sonuçları düşünme yükümlülüğü taşıdığı vurgulanmalı; bu bilinç kurumsal kültürün ayrılmaz bir parçası hâline getirilmelidir.
      • Rasyonalitenin etikten ayrılamayacağını gösteren eğitimler: Teknik uzmanlık ve bürokratik beceriler, etik farkındalıktan soyutlandığında felaketlere zemin hazırlar. Bu nedenle kamu yönetimi, işletme, mühendislik gibi alanlarda eğitim gören bireylere sadece teknik bilgi değil, aynı zamanda etik düşünceyi ve karar almayı da içeren dersler verilmelidir.

Modern bürokrasinin rasyonel işleyişi, tarihte olduğu kadar günümüzde de etik sorumluluğun bastırılmasına imkân tanıyabilmektedir. Zygmunt Bauman’ın *Modernite ve Holocaust* adlı eserinde detaylı biçimde analiz ettiği üzere, teknik sorumluluğun etik sorumluluğun yerini alması, bireyleri kararların sonuçlarından uzaklaştıran ve onları yalnızca işlerini “iyi yapmakla” yükümlü gören bir zihniyeti beslemiştir. Bürokratik yapıların işbölümü ve hiyerarşik zincir aracılığıyla yarattığı bu “etik mesafe”, bireyi kendi eylemlerinin sonuçlarını değerlendirme yetisinden koparır.

Bu bağlamda, ister devlet ister özel sektör içinde olsun, iş süreçlerinin yalnızca prosedürel başarıyla değil, sosyal ve etik etkileriyle de değerlendirilmesi zorunludur. Aksi halde, geçmişte yaşanan trajedilerle yapısal olarak benzer biçimlerde şekillenen karar mekanizmaları, bugünün şirketlerinde, kamu idarelerinde ya da teknoloji altyapılarında farklı biçimlerde ama benzer etik zafiyetlerle yeniden ortaya çıkabilir. Bu yüzden bürokrasinin doğasını sorgulamak, etik sorumluluğu karar zincirinin her halkasında canlı tutmak ve “işini doğru yapmak” ile “doğru olanı yapmak” arasındaki farkı kurum kültürünün merkezine yerleştirmek yalnızca tarihî bir ders değil, aynı zamanda güncel bir gerekliliktir. Son sözü de Bauman söylesin: “Bürokrasi, eylemin dış bağlantılarını görüş alanından çıkarınca, bu eylem kendi içinde bir sonuç hâline gelir.”


Yazı: Ali Cem Gülmen, Etik ve İtibar Derneği (TEİD) Araştırma ve Yayın Direktörü

2. 

Kaynak: INmagazine 38. Sayı

Diğer Sayıları İçin: INmagazine


Not:
Makalelerdeki Görüş ve Yorumlar Yazar veya Yazarlara Ait Olup, Etik ve İtibar Derneği’nin Konu ile İlgili Düşüncelerini Yansıtmamaktadır.