Etiğin Yolculuğu

Etiğin Yolculuğu

İnsanlık tarihinin derinliklerine indiğimizde, içinde yaşadığımız evrenin oluşumundan günümüze uzanan muazzam bir yolculukla karşılaşırız. 13.8 milyar yıl önce Büyük Patlama ile şekillenen evren, milyarlarca yıl süren dönüşüm ve evrim süreçleriyle dünyayı ve nihayetinde canlılığı var etmiştir. 3.7 milyar yıl önce yaşamın ilk kıvılcımları atılmış, zaman içinde bilinç ve düşünce gelişerek insanın varoluşunu şekillendirmiştir.

İnsanlık tarihinin derinliklerine indiğimizde, içinde yaşadığımız evrenin oluşumundan günümüze uzanan muazzam bir yolculukla karşılaşırız. 13.8 milyar yıl önce Büyük Patlama ile şekillenen evren, milyarlarca yıl süren dönüşüm ve evrim süreçleriyle dünyayı ve nihayetinde canlılığı var etmiştir. 3.7 milyar yıl önce yaşamın ilk kıvılcımları atılmış, zaman içinde bilinç ve düşünce gelişerek insanın varoluşunu şekillendirmiştir.

Türümüz Homo Sapiens’in sahneye çıkışı, yalnızca biyolojik bir ilerleyişi değil, aynı zamanda etik, hukuk ve ahlak gibi soyut kavramların doğuşunu da beraberinde getirmiştir. İnsan, doğayı anlamaya ve dönüştürmeye çalışırken, toplumsal yaşamın temel taşlarını oluşturan değerleri de yaratmıştır. İlk aletlerden mağara resimlerine, ateşin keşfinden ilk hukuk kurallarına kadar her adım, insanın çevresini biçimlendirme çabasının yanı sıra, adalet, hak ve sorumluluk gibi kavramların doğuşuna da zemin hazırlamıştır. Bu bağlamda etik, hukuk ve ahlak, insanlık tarihinin yalnızca toplumsal değil, aynı zamanda varoluşsal kodlarını da şekillendiren en önemli unsurlar arasında yer almaktadır.

Evrenin ve gezegenimizin yaşına kıyasla çok daha kısa süredir dünyada hüküm sürmekte olan insanoğlunun medeniyet inşa sürecinin gelişim aşamalarının içinde bulunduğumuz son birkaç yüzyıl dışında kaplumbağa hızında olduğunu ifade etmek yanıltıcı olmayacaktır. İlk insan benzeri türlerin 7 milyon yıl önceye tarihlendiği ancak ilk taş aletlerin yaklaşık 3 milyon yıl yaşında oldukları, günümüz mobilite çözümlerinin çıkış noktası olan tekerleğin ortalama M.Ö. 4000’li yıllara ait olduğu, ilk motorlu aracın ise 17. yüzyılın sonlarında icat edildiği düşünülürse gelişimin hızı konusunda daha net bir fikir sahibi olunabilir. Ancak bu gelişim ve değişimin 1700’lü yıllarda başlayarak özellikle 1900’lü yılların ikinci yarısında yetişilemez hızlara ulaştığı yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. İnsanoğlunun tekerleği icat etmesi yedi milyon yıl sürerken, tekerlekten motorlu araca ulaşması altı bin yıl aldı. Buna karşın, ilk motorlu araçtan otonom otomobillere geçişimiz yalnızca bir asırdan biraz daha uzun sürdü. Bu akıl almaz gelişimin altında teknolojik, sosyolojik, antropolojik ve hatta psikolojik birçok değişken olduğu iddia edilebilir ancak insanların bir araya gelmesi, topluluk halinde yaşaması, diğer topluluklarla iş birliği yapmaya başlaması bu gelişimin altında yatan en önemli etkenlerden birini oluşturmaktadır.

İnsanlık tarihi keskin sınırlarla ayrılmış hiyerarşik kalıplara sığdırılamayacak kadar karmaşık ve dinamik bir yapıda şekillenmiştir. Doğada, bazı türler arasında görülen katı alfa ve beta ayrımların Homo Sapiens’in toplumsal yaşantısında yeri yoktur. Ayrıca bilinmektedir ki doğal yaşamda hak ve hukuk kavramları bulunmamaktadır. Öncelikleri, ilişkileri ve statüleri büyük ölçüde fiziksel özellikler ve bu özelliklerin getirisi olan gösteriş, güç, avlanma yetenekleri gibi değişkenler belirlemektedir. İnsanı ise yalnızca fiziksel gücüyle değil, aklıyla, sezgileriyle ve iş birliği yeteneğiyle tanımlamak gerekir. Avcı-toplayıcı topluluklardan modern kent devletlerine uzanan bu uzun yolculukta, liderlik yalnızca buyurgan bir otoriteyle değil, bilgelik, vizyon ve ikna gücüyle şekillenmiştir. İnsan topluluklarında bir liderin yükselişi, kaba kuvvetten çok, doğru zamanda doğru kelimeleri seçebilmesine, adaleti tesis edebilmesine ve çevresindekilere güven aşılayabilmesine bağlıdır. En basit haliyle lider insanları kendi liderliği altında bir arada tutabilme becerisiyle liderliğini sürdürülebilir kılacaktır. İnsan, yalnızca bir “alfa” ya da “beta” olmaktan öte, varlığını anlamlandıran, sosyal bağlarını kendi iradesiyle kuran ve hayatın akışı içinde dönüşen bir varlıktır. Statüler ve roller, kayalara kazınmış yazıtlar gibi sabit değildir; aksine, derin bir vadide akan nehir gibi etrafındaki koşullara göre şekil alır. Doğadaki canlılar, hak arama sorununu kendi toplulukları içinde belirlenmiş keskin rol ve statülerle çözerken, çok daha karmaşık sosyal ilişkiler içinde yaşayan insanlar için bu durum daha büyük bir mesele haline gelmiştir. Gıdaya, barınmaya ve eş bulmaya erişimde kimin öncelikli olacağı; doğadaki görece kıt kaynakların nasıl dağıtılacağı sorusu, insan zihnini meşgul etmeye başlamıştır. Doğadakine benzer bir çözüm yoluna gidildiğinde güçlünün, iri olanın, atletik olanın güçsüze, zayıfa, çelimsiz olana mutlak bir tahakkümü söz konusu olacaktır.

Jean-Jaques Rousseau: “Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Burası benimdir” diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu.”sözüyle medeniyetin ortaya çıkışını mülkiyet kavramıyla ilişkilendirmektedir.  Mülkiyetin ortaya çıkışını Rousseau gibi açıklayabildiğimizi varsayarsak bu defa da mülkiyetin elde tutulabilmesi sorununu çözmek gerekecektir. Biraz Hobbes’çu bir bakış açısıyla “İnsan insanın kurdudur.” Diyerek doğal durumunda karmaşa içinde devinen dünyadaki bu düzensizliği ortadan kaldırmak adına özgürlüğümüzü devrettiğimiz egemen bir gücün olaylara el atmasını bekleyeceğiz. O halde bu egemen gücün sınırları nerede başlayacak ve nerede bitecek sorusu da bizi asıl konumuza yaklaştıracaktır.

Doğa durumunda herkes özgürdür varsayımından yola çıkıldığında hiç kimsenin başka bir kişi üzerinde ahlaki bir yetkisi olmadığı kabul edilmelidir. Bir egemen güçle akdedilen sosyal sözleşmeyle birlikte toplumu oluşturan bireyler düzeni sağlamak için kendi özgürlüklerinden vazgeçmişler ve egemenin gücünü tanımanın ahlaki bir yükümlülük olduğunu kabul etmişlerdir. Bu sözleşme aynı zamanda bir hakkın devri niteliğini de taşımaktadır. Yukarıda doğal yaşamda hak kavramı olmadığından bahsedilmişti. Hak için, irade kudreti, hukuk düzenince korunan menfaat veya hukuki ödev tanımlarından hangisini seçilirse seçilsin insanların bir arada yaşamaya başladığı, karmaşık sosyal ilişkiler kurduğu, esnek veya katı iş birlikleri geliştirdiği bir düzlemde hak sahibi olmak birey olmanın mütemmim bir cüzü olarak karşımıza çıkacaktır. Hak kavramının doğuşu bu hakların kullanılması ve korunması gerekliliğini de beraberinde getirecektir. Doğa durumunda hakların kullanılması ve korunması bir nevi bireylerin yapabilme güçlerine bağlıydı. Güçlü olanın, yapabilme kudretine sahip olanların kendi haklarını kullanması, diğerlerinin haklarına tecavüz etmesi, başkalarının haklarını kullanmalarının önüne geçmesi sadece kendi iç dünyalarındaki bir hesaplaşmanın tezahürü olarak gerçekleşmekteydi. Güçlünün sürekli ve önlenemez tahakkümü elbette bireyler arasındaki iş birliğini zedelemekte, son kertede güçlü olanlar da dahil olmak üzere herkese zarar vermekteydi. Bu noktada bir arada yaşamanın getirilerinden mahrum kalınmaması adına yani bizzat o topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla ahlak kavramını icat etti insanoğlu. Kınanma, ayıplanma, toplumdan dışlanmanın ötesinde bir yaptırım gücü olmayan ahlak kuralları, özgürlüklerin egemen güce devredilmesiyle birlikte yerini daha kurumsallaşmış bir yapı olan hukuka bıraktı. Meşruiyetini egemenin otoritesinden alan ve bir nevi egemenin emri niteliğinde olan hukuk, elinde tuttuğu yaptırım gücüyle hakların korunması ve kullanılmasının en büyük güvencesi olarak hayatlarımıza girmişti.

Ahlak kavramı ise içinde yoğrulduğu toplumun değerlerini, ihtiyaç ve beklentileri yansıtması yönüyle lokal bir nitelik taşımaktadır. Bir toplum için ahlaki olarak kabul edilen bazı davranışların başka toplumlar tarafından hiçbir şart altında kabul görmemesi ahlakın bu niteliğinin bir tezahürüdür.  İşte etik tam da bu noktada devreye girer. Felsefenin en kadim dallarından biri olan etik, yalnızca bireyin ahlaki tercihlerini değil, toplumların da ortak değerlerini biçimlendiren bir ilke olarak varlığını sürdürür. Ancak etik, ahlaktan farklı olarak bireyin kültürel ve toplumsal değerlerinden bağımsız, evrensel bir çerçeve çizmeye çalışır. Ahlak, toplumdan topluma değişebilen kurallara dayanırken, etik insan doğasının temel hak ve sorumluluklarına odaklanarak tüm insanlık için ortak ilkeler oluşturmayı hedefler. Bu yüzden etik, bireysel ya da yerel geleneklerden ziyade, adalet, özgürlük ve insan hakları gibi evrensel değerleri gözetir.

Kelime kökeni Antik Yunanca’daki ethostan gelen etik, alışkanlık, karakter ve gelenek gibi anlamlar taşır. Ne var ki, içkin bir zorunluluk gibi beliren bu anlam çerçevesi, mutlak bir sabitlikten uzak, tarihin devinimi içinde evrilen, bazen eğilip bükülen, bazen de katı bir kütle gibi zamana meydan okuyan bir yapı arz eder. Platon’un adalet ve erdem ekseninde temellendirdiği etik anlayışı, Aristoteles’te erdemin insanın nihai amacı olduğu fikrine dönüşürken, Kant’ın ahlaki yasaya dair akıl yürütmesi, insanın niyetini eylemin kendisinden bağımsız olarak mutlak bir ölçüt haline getirir. Bentham ve Mill’in faydacılık yorumunda ise etik, bireysel bir vicdan çırpınışından sıyrılıp, en yüksek faydayı doğuran çabalara dönüşür. Tüm bu kavrayışlar bir kenara bırakıldığında, insanın içinde bir yerlerde her zaman etiğe dair bir telin titreştiği hissedilir, ancak o telin akordu her zaman sabit midir, yoksa insanın içinde bulunduğu şartlara göre değişir mi, işte asıl mesele de burada düğümlenir.

Bütün büyük etik sistemler farklı ilkeler üzerine inşa edilmiştir. Görev etiği bir eylemin doğası gereği ahlaki olup olmadığını belirlerken, faydacı perspektif sonuçların önemli olduğu bir kavrayışı baz alır. Erdem etiği, bireyin karakterini eylemlerinin önüne koyarak, iyi insan olmanın doğal bir biçimde doğruyu doğuracağına inanır. Modern çağda ise etik, postmodernizmin dayanılmaz etkisiyle, bireysel ve toplumsal yorumların süzgecinden geçerek, esnek ve hatta hibrit bir hâl almıştır. Böylece, kesin ve mutlak kurallar yerine, bağlama göre şekillenen kültürel kodlar ve bireysel hakikatler ön plana çıkmıştır.

Soyut bir kavram olmaktan öte, etik kendini yaşamın her alanında gösterir. Her meslek, kendi dinamikleri içinde bir etik çerçeve oluşturur ve bu çerçeve, mesleğin sürdürülebilirliği için olmazsa olmaz bir gereklilik hâline gelir. Fakat etik ilkeler her zaman bağlayıcı mıdır? Yoksa çoğu zaman yalnızca birer temenni olarak mı kalır? Uygulamada nasıl bir karşılık bulur? Kuralların ötesinde, insanın karar mekanizmalarını yönlendiren bir iç yasa mıdır, yoksa yalnızca dışsal bir baskı unsuru mu? Bu soruların yanıtlarının nasıl bir toplum, nasıl bir iş yeri, nasıl bir adalet, nasıl bir yönetim istiyoruz sorularının cevaplarıyla çok da farklılık arz etmediği hepimizin malumudur.

Hukuk ve etik çoğu zaman yan yana anılsa da, gerçekte farklı kulvarlarda koşarlar. Hukuk yazılı normlarla şekillenirken, etik çoğu zaman hukukun sınırlarını aşan, bireysel ve toplumsal vicdana hitap eden bir içsel rehber görevi görür. Bir davranış hukuken meşru olabilir, ancak etik açıdan kabul edilemez bir noktada durabilir. Hukuk zamanla değişebilir, yeni yasalar eklenebilir, var olanlar güncellenebilir, ancak etik, değişen yasalardan bağımsız olarak, insanın içinde sürekli yankılanan, sorgulayan ve bazen rahatsız eden bir sese sahiptir. Felsefecilerin her çağda evrensel ve sürekli geçerli bir etik var mıdır sorusuna cevap arayıp durmaları hukukun sürekli değişen toplumsal ihtiyaçlar karşısındaki çaresizliğine bir çare bulma çabasıdır biraz da. Yapay zekâ, makine öğrenmesi gibi günümüz teknolojilerinin karar alma mekanizmalarını artık insanoğlun bilincinin ötesine taşıdığı günümüz dünyasında etik davranışları yalnızca insanlardan beklemek yeterli olmayacaktır. Tüm bu değişkenlik içinde, acaba etik bir ölçüt olma iddiasını koruyacak mı yoksa yalnızca soyut bir tasarım olarak yavaş yavaş hayatımızdan çıkacak mı? Kısacası bundan sonra algoritmalara etik kodlar da eklenecek mi?

Belki de etik, insanın dünyada bıraktığı izdir; kalıcı olup olmayacağı ise bireylerin ve hatta toplumların kendi tercihlerine bağlıdır.


Kaynakça:
  1. Ethics and Conduct of Business, 7th Edition, John Boatright
  2. Hukuk Kuramını Anlamak, 2021, Raymond Wacks
  3. Hukuk Felsefesi, 2020, Prof. Dr. Adnan Güriz

Yazı: Atilla Tombuloğlu, Internal Audit, Corporate Risk and Compliance Director CAE/CIA/MBA/LLB

2. 

Kaynak: INmagazine 37. Sayı

Diğer Sayıları İçin: INmagazine


Not:
Makalelerdeki Görüş ve Yorumlar Yazar veya Yazarlara Ait Olup , Etik te İtibar Derneği’nin Konu İle Ilgili Düşüncelerini Yansıtmamaktadır.